BÜTÜN FİKRE HASRET

BÜTÜN FİKRE HASRET

Üstad Necip Fazıl, sırf kendisini görmek için ziyaretine gelenleri “Bana meselesiz gelmeyin” diyerek gerisin geri gönderirmiş.

Bir meseleniz olsun.

Bir ağaç bile, gökyüzüne serdiği dalları ve yaprakları, toprağın derinliklerine saldığı kökleriyle başlı başına bir ‘meseleyken’, tefekkürü kaybetmiş nesiller olarak nereye savrulduğumuzun farkında olmadan yaşıyoruz.

Çocukluktaki merak, gaibi kurcalama, dikkat ve sorgulayıcı hasletlerimiz zaman ve mekân şartlarında araziye uyarak yok olup gidiyor:

Çocukta, uçurtmayla göğe çıkmaya gayret;

Karıncaya göz atsa ‘niçin, nasıl?’ ve hayret…” (NFK)

‘Şimdiki çocuklar bir âlem mi?’ değil, büyüdükçe hissizleşiyoruz.

Bir kültür işgalinin tam ortasında, yangın yerindeyiz, farkına varacak dermanımız yok!

Dilimiz soysuz, düşünce dünyamız ufuksuzlaştırılıyor.

Dil, sanat ve edebiyat üzerine düşünemeyen sözde fikircilerimiz, sözde hikâyeci, türedi şiircilerimiz sahayı çamur deryasına çeviriyor.

Halbuki, “Sanatı üzerinde düşünmeyen şair, kuyruğuna basılınca bağıran bir hayvana benzer” diyordu Üstad.

Samimiyetin olmadığı, menfaatin kol gezdiği yerde sanat zuhur edemiyor.

Kendi hâlimizi, İlmihâlimizi bilmeden Mesnevi okumaya başlıyoruz.

Bir pazar var, tezgâha mal taşır gibi kitaplar yazılıyor; “Aşkın Göz Yaşları”, “Aşka Yolculuk”, “Tennure ve Ateş”, “Aşkın Nakkaşı”…

Mevlana’nın, Yunus’un sırtından kazandıkları parada değilim.

Samimi değiller, yazdıklarına kendileri bile inanmıyorlar!

Samimi olsalar, tasavvuf gibi hâl ilminin tüccarlığına bu kadar ucuz bir biçimde soyunurlar mı?

Televizyonlara her akşam hafız-hatipler çıkıyor. Her biri Kur’an’ı ezberinden biliyorlar. Bir âyet söyleyerek ardından Türkçe karşılığını, mealini veriyor.

Yıllardır, yüzyıllardır hep aynı ezberi, kendinden emin hâlleriyle okuyup geçiyorlar. Söylediklerinin kalbimize, aklımıza hitap etmesini bekliyorlar.

İçlerinde bir tanesi de okudukları âyetleri bir mesele hâline getirmiyor. Oku, ver Türkçe’sini geç! Bu basmakalıp hâl, bu ruhsuzluk böyle devam edegeliyor. Olsaydı tefekkür, bir âyetten diğerine geçemez, saatlerce konuşurdu.

Bir irfan, bir tefekkür kıvılcımı Allah rızası için, heyhat!

Gerçek oluş ve sahici buluş ifâde etmek gereken her mevzuda ilk önce idrak ettirilmesi şart ölçülendirmelerden biri de İmam-ı Gazalî Hazretleri’nin ‘Fıkıh için ne kadar hadis bilmeli?’ sualine, ‘Bilmeyi bilecek kadar!’ cevabıdır” diyor İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu.

Bu ölçülendirmeyi, her mevzuya işleyebilecek tefsircilerimiz, hadisçilerimiz, tarihçilerimiz, iktisatçılarımız, sosyologlarımız, sanatçılarımız nerede?

Bir taklit; kes-kopyala-yapıştır kolaycılığı ki; ortaya çıkan, içinde kendi öz ‘meselemiz’ olmayan ürünler.

Tefsircilerimiz Kur’an’da hata(!) arayacak, hadisçilerimiz, mevzu içinde yerini bulamadıkları(!) hadisleri kaldırıp atacak kadar pervasız, bir cahil cesareti gösteriyorlar.

Duvarcı ustası bile tuğlaları bu kadar kolay harcamaz, yerin bulup oturtmak için çaba sarf ederken, hadis inkârcılarının bu gamsız, ıstırapsız kolaycılığına, terkipten azade hâllerine ne demeli!

Toplumbilimcilerimiz ise yerlerini bulup topa giremediler henüz.

Nerde “bilmeyi bilecek idrak”.

Ve nerede o idrake gidecek yol…

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et